Kızıl'dan Köy

Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi oldum olası hayatımdaki her şeyin resmini çizmişimdir. Aklımın sadece penaltıyı elde etmek için üç kornere ulaşıp ulaşmadığımızı hesaplamaya çalıştığı yaşlarımda çoktan umutsuz bir vaka ilan edilmiştim.

07.Kasım.2019
Kızıl'dan Köy

Bir önceki yazımda da bahsettiÄŸim gibi oldum olası hayatımdaki her ÅŸeyin resmini çizmiÅŸimdir. Aklımın sadece penaltıyı elde etmek için üç kornere ulaşıp ulaÅŸmadığımızı hesaplamaya çalıştığı yaÅŸlarımda çoktan umutsuz bir vaka ilan edilmiÅŸtim. 6 yaşımdaydım. Okulun ilk gününde çok sevdiÄŸim oyuncağım ‘kardan adamı’ kaybetmemem gerektiÄŸi öÄŸretilmiÅŸti. ‘İngilizce dersine’ çok dikkat etmem konusunda sert bir dille uyarılmıştım ve İngilizce öÄŸrenemezsem iÅŸ bulamayacağım söylenmiÅŸti.

Sınırları zorlayan tembelliğim ilkokulu bitirene kadar devam etti.

Lise çağına geldiÄŸimde ‘lise giriÅŸ sınavını reddettiÄŸim gibi İngilizce öÄŸrenmeyi de kafamdan silmiÅŸtim.

Derslerimde baÅŸarılı olamasam da okulun futbol takımına seçilmiÅŸtim. Hatta yeteneÄŸim sayesinde koroya solist bile olmuÅŸtum.

Yaz aylarımı Bodrum’daki evimde, dersler için olmasa da, kendimi geliÅŸtirmek için deÄŸerlendiriyordum. Dedemle tüplü dalış yapmaya bayılıyordum. Sanırım doÄŸaya ve keÅŸfetmeye olan tutkum o yıllarda oluÅŸmuÅŸtu.

Annem her veli toplantısından aynı cümlelerle eve dönerdi: “Çok tembel, hiç çalışmıyor ama o kadar efendi o kadar kibar ki biz onu çok seviyoruz.”

Bütün bu tembelliÄŸim yadırganacak ÅŸekilde hayatımın dönüm noktası olmuÅŸtu. Bodrum plajlarındaydım. O zamanlar da tıpkı ÅŸimdiki gibi bir at yarışından farksız olan lise giriÅŸ sınavından boynumu bükmemi gerektiren bir puan almıştım.

Ancak yaşıtlarımın hedefleri daha yüksek puanlı okullardı. Onlarla kıyaslayınca hayal kırıklığım çok yıkıcı olmadı. Ne var ki arkadaÅŸlarımın anneleri denize girmeden önce ses tonlarını herkesin duyacağı ÅŸekilde ayarlayıp, çocuklarının baÅŸarı öykülerini anlatmayı pek bir severlerdi… O yazın sonunda iki yol vardı önümde: Ya İtalyan Lisesi ya da Fransız… Farklı diller, kültürler, ülkelerdi. VereceÄŸim bu kararla önümdeki bütün taÅŸları dizecektim. Galileo Galilei İtalyan Lisesi’ndeki sıcak karşılamanın ve hissettiÄŸim güzel duyguların ardından kararım netti. Hatta çoktan bu yolculuÄŸun sonunun İtalya’da biteceÄŸini kafama koymuÅŸtum. KüçüklüÄŸünden beri duygularını yoÄŸun yaÅŸayan biri olarak; tıpkı ÅŸu an yaÅŸadığım ÅŸehir gibi küçük, ÅŸirin, içinde diyalektik bir dil konuÅŸulan bu okul tam da bana göreydi. Size ÅŸunu söylemeliyim ki: Vapurdan Karaköy’e oradan da Çukurcuma’ya geçip de okuluma vardığım bütün yol boyunca düÅŸük puan aldığıma ÅŸükrettim. Hem de her gün!

Yıllar geçip de diplomamı aldığımda; hazırlık sınıfında bize öÄŸretilen ‘İtalyan Kültürü’nü aynı ÅŸekilde ‘Bologna’da da uygulamaya koyacaktım.

Daha önce üniversitemi seçmek için üç-dört günlüÄŸüne uÄŸradığım Bologna’yı annem ve dayımın internet araÅŸtırmalarıyla gezmiÅŸtim. Åžehri az da olsa tanıyordum. ÖÄŸrenci ÅŸehri olması beni lisedeyken sahip olduÄŸum çalışkanlığıma devam edebilmem, kolayca sosyalleÅŸebilmem için motive etmiÅŸti. Gastronomi ÅŸehri olması da “bir yerde yemekler güzelse huzur vardır” gibi aptalca bir düÅŸünceye… Bunun yanı sıra, oldum olası sevdiÄŸim: Lazanyanın, bolonez sosun ve tortellinilerin doÄŸduÄŸu yere gelmek kafamdaki resmi tamamlıyordu. Gelmeden önce kendime bazı kurallar koymuÅŸtum, bunlardan en önemlisi: YaÅŸadığım ÅŸehri, yalnızca ‘bir sokak adı’ sorulduÄŸunda bile nereye gidilebileceÄŸini tarif edebilecek kadar tanımaktı. Bologna’yı tıpkı aşık olduÄŸum bir kadın gibi tanımak istiyordum. Hüzünlerini, mutluluklarını, farklı mevsimlerde neler hissettiÄŸini… Her ÅŸeyini öÄŸrenmek istiyordum. Bunu yapabilmek için gerekli zamanım ve ruhum vardı. Kendimce bir strateji yapmış, okul baÅŸlamadan bir ay önce taşınmıştım. Bavullarımı ve kolilerdeki eÅŸyalarımı henüz yerleÅŸtirmeden baÅŸladım gezmeye, tanımaya. Åžehrimi, yakınlarındaki yerleri, yaÅŸayan insanlarını ve her ÅŸeyden önce orada yaÅŸayan kendimi…

Kaybolmamak için ÅŸehirdeki simgelerden biri olan ‘iki kulenin’ uzun olanını kendime pusula edinmiÅŸtim. Onun batısı, kuzeyi, doÄŸusu, güneyi vardı benim için çünkü bu aptal navigasyonlardan nefret ediyordum. Önce fakültenin baÅŸtan sona uzandığı, Mehmet Güreli’nin albümüne adını veren Zamboni Sokağı’nda turluyordum. Her kafeye, bara ve restorana… Kendimi, kitaplarımla orada otururken hayal ederek bakıyordum. Zamboni Sokağı’nın sonu ise bahsettiÄŸim iki kuleye ardından da Bologna’daki iki güzel meydana ve bu iki meydanın ortasına konuÅŸlanan, -ilerleyen zamanlarda kasaplarının sevilen müÅŸterisi olacağım- balıkçı-ÅŸarküteri sokağına çıkıyordu. Adları Maggiore ve Santo Stefano olan bu meydanların sonunda, o zamanki papanın finanse etmeyi yarıda bıraktığı San Petronio Bazilikası ve Yedi Kilisesi karşılarında oturup da ÅŸarabımı yudumlarken kafamda cevabını düÅŸündüÄŸüm sorular üretiyorlardı. Bazı sokaklar da  zihnimde soru ürettiren türdendi. Tıpkı San Vitale, D’Azeglio, Saragozza, Mascarella ve daha onlarca sokakta olduÄŸu gibi.

Dar, katmanlı, birbiriyle baÄŸlantılı olan bu bütün sokaklardan gelip geçmek benim için paha biçilmezdi. Yıllar önce haritadaki varlığından haberim olmayan bu ÅŸehirdeki sokakların bir parçasıydım artık. Åžehrin mimarisinin revaklardan oluÅŸması sizi bazen yaÄŸmurdan korurken bazen de sokakları kendi içlerinden izletiyorlardı. İtalyancası ‘Portice’ olan bu revakların sayesinde üç yıldır ÅŸemsiyenin varlığını unutmuÅŸumdur.

  Yalnız yaÅŸamak düÅŸüncelerle de baÅŸ baÅŸa olmak demek. DüÅŸüncelerimi besleyecek her ÅŸeyi özgürce gerçekleÅŸtiriyordum.  Santo Stefano Meydan’ında açılan antika pazarı ve sokaklardaki çeÅŸitli Vintage dükkanları liseli Çukurcumacı’yı etkilemeyi çoktan baÅŸarmıştı. Evime ara sıra oralardan bir ÅŸeyler sokuÅŸturup durdum. Ugo Bassi Sokağı’ndaki İngiliz Dükkanından aldığım kasketim, kumaÅŸ pantolonlarım ve onların paçalarından gözüken Burlington marka baklavalı çoraplarımla Doruk’un mental deÄŸiÅŸimini kıyafetlerimde de yer yer göstermeye baÅŸlamıştım. Åžehirdeki gittiÄŸim yerler ise pek deÄŸiÅŸmezdi. Anneannem teÅŸhisi benim kedi gibi olduÄŸumu söyleyerek çoktan koymuÅŸtu. Aidiyet duygusundan mıdır bilinmez hoÅŸuma giden hiçbir restoranı, kafeyi deÄŸiÅŸtirmeyi pek sevmedim.

KeÅŸfetme merakımla hemen hemen her yeri denemiÅŸ olsam da “Osteria Dell’Orsa tüm misafirlerimi getirdiÄŸim restoranken “Camera A Sud” sessizce kitabımı okurken espressomu yudumladığım kafeydi. Åžehirdeki yeÅŸillik ihtiyacını tren istasyonunun yakınındaki Montagnola Parkı ve biraz uzaktaki Margherita bahçeleri karşılamaya yetse de küçük parkların sayısı da hafife alınmazdı. Åžehre yukardan bakmak isteyenlerin adresi ise San Luca Bazilikası ve Torre Degli Asinelli’ydi. Artık doÄŸduÄŸum ve büyüdüÄŸüm yerden uzak, baÅŸka bir dilde ve kültürde ayakta kalmalıydım. Åžehre ait olabileceÄŸim her adımın peÅŸinde ve öÄŸrenebileceÄŸim her ÅŸeyin takipçisi kalmalıydım. Çünkü ilkokuldaki umutsuz vaka, hukuk fakültesini ve yaÅŸadığı bu ülkeyi altına üstüne getirmeliydi.